BULANIK KAFALAR

BULANIK KAFALAR
BULANIK KAFALAR

08 Haziran 2020

BULANIK KAFALAR

Proje Yönetimi konusunda neredeyse 20 yıldan fazla bir süredir çalışıyorum (bu arada toplam çalışma deneyimim bundan daha fazla). 10 yıl önce kendi işimi batırmam nedeniyle çıktığım “neden arayışı” yolculuğumda, kendimde, bir sürü kusurlu iş görme biçimini keşfetmemin yanı sıra, birçok çalışanla (gerek kendi işinin sahibi olanlarla veya başka birisi adına ücretli çalışanlarla) da ortak bir problemimiz olduğunu fark ettim. Bu duruma daha sonraları şöyle bir isim bulmuştum; “Bulanık kafa sendromu”. Yazımın başlığını da bu yüzden “Bulanık kafalar” olarak belirledim.

Bu sendromun bendeki tanımı, “yetiştiği (var olduğu) kültürel ortam ile, gözlemlediği (deneyimlediği) başka kültürleri kıyaslayan, ama ikisini bir türlü sentezleyemeyen, ikisinin arasında bir yerlerde sıkışmış, mutsuz, tatminsiz, kendini gerçekleştirememiş ve bir noktada pes ederek kendisini akıntıya bırakmış (genellikle) beyaz yakalılardan oluşan kitlenin ortak sorunu” şeklinde, zamanla oturdu.

Aslında bu sendromun bütün toplumda olmasına karşın neden beyaz yakalılar üzerinden ele aldığımı da açıklayayım hazır yeri gelmişken. Çünkü, toplumun diğer kesimleri bu sendromu öylesine kanıksamışlar ki, (zaten yitirmiş oldukları) sorgulama, merak ve araştırma kabiliyetlerinin olmaması nedeniyle bu durumu bir yaşam zorunluluğu olarak kabullenmişler. Yani onlar hiçbir şeyin farkında değiller. İnsan evladının yaşaması gerektiği hayatın bu olduğunu varsaymışlar. Ancak (zannımca) beyaz yakalılarda durum biraz daha farklı cereyan etmiş ve hala da ediyor. İlk olarak, şöyle ya da böyle, bir şekilde başka kültür mensuplarıyla nispeten daha çok iletişim kurma şansları olmuş. İkincisi de sorgulama, merak ve araştırma yetenekleri nispeten hala canlı kalabilmiş, yeterli olmasa da bir kıvılcım çıkartacak seviyede. Üçüncüsü ise, kapitalizmin onlara vadettikleri şeyler gerçekleştiğinde aradıklarının gerçekte bu olmadığının farkına varmışlar.



Buraya kadar yaptığımız tespitlerde hem fikirsek, bu sendromun nedenlerine bakabilir, daha da kötüleşmemesi için yapılması gerekenleri inceleyebilir ve nihayetinde bu sendromdan kurtulmanın yollarını ortaya koyabiliriz diye düşünüyorum.

Öncelikle “bulanık kafa sendromunun” anlaşılabilir bir tanımını yapmak istiyorum, şöyle ki; “bulanık kafa sendromu”, bizim (yani bu sendroma yakalanmış kişilerin) tecrübeyle ve gözlemle öğrendiğimiz kavramların, benliğimizde başka kavramlarla (gerek kültürel gerekse eğitsel olarak) yer değiştirmesidir. Yani, bir kavram hakkında bildiğimiz gerçekler, aslında bambaşka anlamları olan diğer bir kavramdır. Bunu bir örnek ile açıklamam gerekirse şu örneği rahatlıkla verebilirim: Bizde ve dahi dünyadaki birçok toplumlarda “Para” kavramı, “Mutluluk” ve/veya “Başarı” kavramlarıyla yer değiştirmiştir. İnsanlar mutlu (başarılı) olmayı zengin olma olarak algılamaya ve kabul etmeye başlamışlardır. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Para kavramının tanımını kolayca yapabilirken, Mutluluk (başarı) kavramının tanımı bu kadar kolay yapılamamaktadır. Kavram değişikliğinin bir nedeni de tanımlamada karşılaşılan bu tür zorluklardır. Bu zorluk karşısında beynimiz şöyle der; “ne diye mutluluğun (başarının) tanımını arayıp duruyorsun ki, işte para onun yerine sana istediğin her şeyi verebilir durumda, hatta mutluluğu (başarıyı) bile”. Bunu kuzu kuzu kabullenen bizler de artık mutluluk (başarı) kavramı yerine para kavramını koyarız. Böyle böyle de kavramlarımız ve onların sayesinde edindiğimiz algılarımız zamanla ve yavaşça değişiverir.

İyi de bunda kötü olan nedir? Diye sorabiliriz. Yok gibi de. Ancak gördüm ki, kişinin kendini gerçekleştirmesi yolculuğunda bu kavram değişiklikleri ciddi sorunlar yaratmaktadır. Kavramlarla kendini gerçekleştirme arasındaki ilişkiyi özetlemeden önce “kendini gerçekleştirme” konusunda birkaç tespit yapmak istiyorum.

Burada bahsi geçen “Kendini gerçekleştirme” kavramı, kelime anlamından ziyade, Abraham Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisi adını verdiği ihtiyaç piramidinin tepesinde bulunan kavramı ifade eder. Bu kavram ile Maslow, insanın temel ihtiyaçlarını 5 ana kategoriye ayırır ve en tepeye de (yani insanın nihai hedefi olarak da) “kendini gerçekleştirme” ihtiyacını koyar. Kendini gerçekleştirme kavramını ise, Erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, ön yargısız ve hakikatleri kabul eder sıfatlarıyla açıklar.

Bu kısa bilgilendirmeden sonra kavramlarımız ile kendini gerçekleştirme arasındaki ilişkiye dönersek, bunu şöyle özetleyebilirim:

·        Öğrendiğimiz kavramlar, kişiliğimiz şekillendirir.

·        Kişiliğimiz yaşam tarzımızı belirler.

·        Yaşam tarzımız iş yapma biçiminin temelini oluşturur.

·        İş yapma biçimimiz başarı (mutluluk) odaklıdır.

·        Başarı (mutluluk) da kendini gerçekleştirmeyi getirir.

Bu hiyerarşik sıraya bakarsak, kavramları evrensel anlamda (herkesin hem fikir olduğu tanımıyla) çözümleyemez isek (yani doğru bir başlangıç yapamazsak), yanlış bir sonuca ulaşmamız neredeyse kesindir. Ve ne yazıktır ki (çoğu zaman) sonuca ulaşana kadar da bu durumun farkında olmayız. İşte bu yüzden burada bahsedeceğimiz kavramlar, kişilik yapımızın temel taşlarıdır diyebiliriz. Ayrıca şunu da belirtmek istiyorum, benim derdim kişiliklerimizi sorgulamak yerine, kişiliklerimizin iş yaşantımıza, performansımıza, kariyerimize ve nihayetinde başarımıza (mutluluğumuza) etkilerini sorgulamaktır.

Elbette ki burada bahsedeceklerimin dışında da bir sürü etkin kavram bulabiliriz. Ancak bu kavramları özellikle seçmemin nedeni, hayatımızda ve kararlarımızdaki etkilerinin oldukça ciddi boyutta olduğunu düşünmemdir. Bu bakış açısıyla sizlere, Kalite, Liyakat, Mutluluk, Çalışkanlık, Bilimsellik ve Deneyimlilik kavramlarında yaşadığımız karmaşıklıklardan, yarattığı bulanık kafalardan ve bize olan etkilerinden bahsedeceğim.

Hazırsak başlayalım:

Kavramlarımıza geçmeden önce, bu kavramların kendi arasındaki ilişkiye dair bir ön açıklama yapmak istiyorum.

No alt text provided for this image


Şekil 1- Kavramlarımızın ilişkileri

Şekil 1’de gördüğümüz üzere, iki ayrı hedef olan Mutluluk (Başarı) ve Zenginlik, yaşam döngüsü boyunca ve meydana gelen tüm kavramlarıyla birlikte birbirlerinin yerine geçmektedir. Bu durum birey olarak gerçekleşeceği gibi, toplumsal yapılarımızın her modelinde ve her kademesinde gerçekleşir. Bireylerden meydana gelen bu yapılarda yaşanan bu durum hem bireylerin hem de bireylerden oluşan yapıların kimyasını bozmakta, bunalım ve şaşkınlık yaratmakta, kafaları olabildiğince bulanıklaştırmaktadır. Bulanık kafalar sendromunu yenmenin en temel koşulu, durumun farkına varmaktır, farkında olarak ve bilerek yaptığımız seçimler sonucunda ne yaşarsak yaşayalım kabul etmemiz ve devam etmemiz daha kolay olacaktır.

Bu çerçevede kavramlarımızı daha detaylı ele alabiliriz diye düşünüyorum.

Kalite mi – Sınıf mı?

Ben, bütün meselenin kalite kavramı ve onu algılayış biçimimizle başladığını düşünüyorum. Kalite kavramı bütün dünya toplumlarında farklı algılanabilir ama özellikle bizim ülkemizde kalite kavramıyla ilgili ciddi sorunlar olduğunu düşünüyorum. Biz “Kalite” ne demek bilmiyoruz, maalesef kültür birikimimizde böyle bir kavram yok. “Sınıf” veya “Statü” kavramları, bizim bakış açımızda “kalite” kavramının yerine geçmiş gibi gözüküyor. Bu tespite ve etkilerine devam etmeden önce, “Kalite” kavramının tanımına bakalım isterseniz. Bence kalite, “ihtiyaçların tam olarak karşılanması anlamına” gelir. Bir şeyin ihtiyaçlarımızı karşılama oranı, o şeyin kalite seviyesini gösterir. Eğer bir patikada ilerlemek zorundaysanız sizin için en kaliteli araç, lüks bir arazi taşıtı yerine iyi kondisyonlu bir at olacaktır. Kaliteli seçenekler her zaman pahalı olmayabilir. Öte yandan, pahalılık daha çok Statü veya sınıf etiketleriyle alakalıdır. Kalitenin aksine statü veya sınıf ihtiyaçlarla ilgilenmez, bunun yerine dış görünüş ve/veya izlenimle ilgilenir. Bize ne hissettirdiğinden ziyade başkalarının bizim hakkımızda ne hissettiğiyle ilgilidir. Bu konuda bir örnek vermek istiyorum. Bir seyahate çıkacağınızı ve konaklamak için otel baktığınızı hayal edin. Bu durumdaki birisinin temel kalite ölçütü nedir sizce? Ben söyleyeyim, birinci sırada güvenlik, ikinci sırada da sağlıklı uyuyabileceğiniz bir yatak ihtiyacıdır. Bunların dışındaki ihtiyaçlarınızı, seyahat nedeniniz gibi daha birçok başka parametre belirler. Örneğin, otelde bir toplantı yapmanız gerekiyorsa, ihtiyaçlarınıza karşılık gelen bir toplantı salonu da kalite ölçütleri arasına dahil edilebilir. Ancak 2 günlük hafta sonu dinlencesi için gittiğiniz şehirde toplantı salonları olan bir otel de bu bir ölçüt olamaz. Bu nedenle, bu iki başlık altındaki ihtiyaçlarınızı tam olarak karşılayan oteller sizin için kalitelidir. Öte yandan otellerin sunduğu diğer her şey sınıf ve statü ile ilgilidir.

Bu noktada kalite gereksinimleri yerine sınıf veya statü gereksinimlerini koyarsak, ihtiyaçlarımızın karşılanması artık bizi çokta fazla ilgilendirmez, önemini yitirir. Artık tek ilgilenmemiz gereken şey maliyettir. Olabildiğince ucuz ama bir o kadar da gösterişli olması seçimlerimizde etkili olur. Tüm bunlar bir tercih meselesidir, doğrusu veya yanlışı yoktur, ancak kalite kavramının içini değiştirdiğimizde ihtiyaçlarımızın karşılanamama olasılığı oldukça yükselir ki bu durum daha çok risk doğurur.

Eğer nihai hedefimiz mutluluğu (başarıyı) yakalamak ise, kalite kavramını olduğu gibi (başka kavramlarla değiştirmeden) süreçlerimize dahil etmemiz gerekir. Zira kalitesizliğin maliyeti hem maddi hem de zaman hanelerimize eksi bakiyeler yazacaktır. Hedefe ulaşmamızı zorlaştıracak, dikkat etmezsek imkansız hale getirecektir. Öte yandan hedefimiz zenginlik ise böyle bir sorunumuz olmaz, çünkü zenginlik hedefini tutturmak için gerekli en önemli kural kaliteyi etkisiz kılar, bu kural; “olabildiğince ucuza mal et, satabildiğin kadar pahalıya sat” kuralıdır. Bu kuralın satır arasında, ihtiyaçların karşılanması, insanların (ve/veya organizasyonların) memnuniyeti, katma değer yaratmak, düşük bakım maliyetleri gibi kaygılar yoktur, olamaz. Olursa da zaten “kalite” kavramına sıkı sıkıya bağlı olduğumuz anlamına gelir. Son olarak, Kalite – Sınıf (Statü) kavramlarının arasındaki gelgitlerde şekillenen karar mekanizmamız şöyle davranır: Mutluluk peşinde koşuyorsak, deneyime dayalı bir sistemde üretilen her bir değerin kalitesiyle yakından ilgilenmeli, kalitesizliğin maliyetini en aza indirgemeliyiz. Öte yandan zenginlik peşinde koşuyorsak, ortaya çıkan değerin sunduğu statü bize daha büyük kapılar ve fırsatlar sağlayacaktır.

Deneyimli olmak mı – Bencil olmak mı?

Başladığımız gibi devam edelim.

Eğer kalite kaygısı taşıyarak mutluluğu (başarıyı) yakalamak istiyorsak, bize en çok yardımı dokunacak şey “uzmanlıktır”. Uzmanlık için ise temel olarak doğru bir eğitim ve bolca deneyime ihtiyaç vardır. Hedefimize ulaşmayı kolaylaştıracak olan deneyimdir. Buna göre diyebiliriz ki, mutluluk arayışıyla yola çıkacaksak süreç mekanizmamız deneyime dayalı bir mekanizma olmalıdır. Yani, ortak aklı en iyi şekilde kullanmaya ve geliştirmeye odaklanmış bir mekanizma kurmalıyız.

Bu anlayış sayesinde sistemlerimiz, insanlardan bağımsız bir hale gelerek bilgiyi temel alan bir sistemler bütününe dönüşürken insan sınırlarını aşan sonuçların ortaya çıkması gün gelecek olağanlaşacaktır. Bilgi sürekli artırımlı olarak çoğalacak ve sistem içindeki insanların deneyimlerini benzersiz bir seviyeye taşıyacaktır.

Öte yandan hedefimiz zenginlik peşinde koşmaksa sınıf ve statü bizim için kaliteden daha önemli bir hale geliyordu doğal olarak. Sınıf ve statünün olabildiğince abartılması için ise, deneyimin yerini bencillik almalıdır. Zira zenginlik kavramı paylaşımcılığı içermez, olabildiğince odaklı olmak zorundadır.

Bunun içindir ki, zenginlik peşinde koşanlar bencil olmak durumundadır. Bu sistemde bilgi genelde bir tek kişinin kontrolündedir ve sistem içerisindeki diğerlerinin ulaşması neredeyse imkansızdır. Yapılabilecekler ise maalesef bu tek kişinin kapasitesi ile sınırlıdır. Deneyim ve sonraki nesillere aktarılacak ortak akıl biriktirilemez, Kullanılamaz. Bu sistemlerde üretilen her değer vasatın altındadır.

Liyakat mı – Torpil mi?

Yolumuz netleşiyor…

Bulanık kafa sendromumuza neden olan değerler zincirimize bir halka daha ekleyelim. Biz insanlar, son yüzyılda kapitalizmin de iteklemesiyle bireyselciliği ne kadar savunursak savunalım, çoğulcu bir doğamız vardır. Diğer insanlar olmadan, birey olarak hayatta kalmamız neredeyse imkansızdır, bu teknik olarak da böyledir. Peki, bu diğer insanları (eş olarak, arkadaş olarak, ortak olarak vb.) neye göre seçeriz hiç düşündünüz mü? Ben söyleyeyim, beklentilerimize göre seçeriz. Beklentimiz ne ise, o insanlardan tam olarak bunu karşılamasını isteriz. Aksi bir durum olduğunda, eğer evliysek boşanmaya, eğer iki ülkeysek savaşa kadar gider bu çatışma hali. Hatırlayalım, beklentilerimizin tam olarak karşılanması haline kalite demiştik, bunu gerçekleştirecek deneyimler bütününe de (ki bu deneyimler kişi veya organizasyonlara ait olabilir) liyakat deriz. Beklentilerimizi tam olarak bilmek için de (mutlu olmak veya zengin olmak yönündeki) hedeflerimizi biliyor olmamız gerekir.

Bu noktada Mutlu olmak isteyen bizler, hedefimize yürürken bütün her şeyi tek başımıza yapamayız. Bu yüzden doğru ekip üyelerini doğru zamanda seçmek önceliklerimiz arasındadır. Bu bakış açısıyla, oluşan / oluşacak ekibi, deneyimleri üst düzey ve liyakatli bireylerden oluşturmaya özen gösteririz. Çünkü her bir doğru seçilmiş uzman, bizi hedefimize daha da yaklaştıran bir adımdır. Öte yandan bulanık kafamız bizi mutluluk yerine zenginliğe koşturuyorsa, liyakatli bireylerden çok bizi zengin edecek bireylere ihtiyaç duyarız. Zenginlik peşinde koşarken, “ekip olarak / organizasyon olarak / toplum olarak gelişmek demek, her bir bireyin de ortalama olarak gelişmesi anlamına gelir” kuralını çoğu zaman unuturuz. Şöyle ki, yaratılan bir değer karşısında, gerçekten mutluluk peşinde koşanlar elde edilen faydayı uzmanlıklar ve katkılar çerçevesinde genelde adil olarak paylaşır. Ancak zenginlik peşinde koşarken elde edilecek faydadan daha çok payı alabilmek adına, (aç gözlülüğümüze ses çıkartmayacak) deneyimsiz ve genelde vasıfsız bireylerden ekipler oluşturur veya oluşmasına izin veririz. Hatta bazen, statü gereği deneyimli ve vasıflı üyeleri ekiplerimize katsak bile, bu üyeleri zaman içerisinde köreltmeye ve vasıfsızlaştırmaya çalışırız. Bu çerçevede hedefimiz mutluluktan zenginliğe yönelirken, liyakat beklentimizin yerini torpil alır. Torpil için kısa bir tanım yapacak olursak şöyle diyebiliriz, bir referansa dayanılarak kollanma ve gözetilme hali veya iltimas tanınması hali. Liyakatin yerine koyduğumuz torpil kavramındaysa bu tanımı şöyle evirmemiz gerekiyor: Torpil, bir referansa dayanılarak itaatkâr olanı kollama, gözetme ve iltimas tanınması halidir.

O halde durumu netleştirmek gerekirse; Zenginlik hedefimize yürürken kaynaklarımızı, uzmanlık ve deneyimden ziyade itaatkârlıkları, tanınırlıkları ve minnettarlıklarına göre seçeriz. Bir başka deyişle, organizasyonlar için kaynak seçimi deneyim ve uzmanlıktan ziyade zenginliğe göz dikmeyecek (zaten bir katkısı da olmayan) inanmışlar anlamına gelir diyebiliriz.

Bilimsel olmak mı – kaderci olmak mı?

Liyakat ve Torpil arasındaki gelgitler, insanları sınıflandırmak için birbirine karışmış iki kavramı kullanırlar. Bilimsellik ve Kadercilik. Bu kavramlar, seçtiğimiz yola göre birbirinin yerine geçer. Mutluluk peşinde koşanlar, en nihayetinde bilimsel düşünceye sahip insanları bulmak zorundadırlar, çünkü, çevresinde deneyimli insanlardan oluşan liyakatli bir ekip olması gerekir, liyakat kazanabilmek içinse bilimsel bir düşünce yapısına sahip olmak gerektiğini bilirler. Oysa zenginlik peşinde koşanlara, bilimsel (temel matematik ve fizik kuralları hariç elbette) bir düşünce sistemi gerekmez. Bunun yerine elde ettiği zenginliği sorgulamayacak ve göz dikmeyecek ama daha gelişmiş gözlem yeteneğine sahip insanları ararlar. Zenginlik peşinde koşanlar ve ekipleri hedeflerine katkı sağlayacak fırsatlardan faydalanmak için her yolu denerler, Torpil ise bu yollardan en çok kullanılanı ve en etkili olanıdır. Torpil ile yaşamak ise kaderci olmayı gerektirir, çünkü kendinizi tanıma zahmetine girmeden, çalışmadan, liyakat elde etmeden yaşamayı seçtiyseniz, geleceğiniz sizin elinizde olamaz. Geleceğiniz için, sizin nam ve hesabınıza çalıştığını inandığınız karar vericilere ihtiyacınız vardır. Bu yüzden liyakat sahibi olmayanlar kurnaz olmaya ve sağlam bir networke dahil olmaya çalışırlar. Bu sayede hayatlarını devam ettirmeye çalışırlar, dolayısıyla gelecek planları yapamadıkları için, kendi planlarını başkalarının yaptığına inanırlar. Bu inanç zamanla bize, hiçbir şeyin kendi kontrolümüzde olmadığını, bizim için başkalarının planları olduğunu ve bunu kabullenmeyi öğretir. Sonuç olarak, bizi daha çok kollar ve gözetir gibi gözüken fırsatçılara inanmaya başlarız. Hatta zaman geçtikçe, kaderci kaynaklar, fırsatçıya inanmakta ve itaat etmekte sınır tanımazlar.

Bilimsellik de tıpkı kendini bilme süreci gibi zor ve meşakkatli bir süreçtir, oysa kadercilik oldukça basittir. Bir şey dilediğin gibi olmuyorsa başkasını sorumlu tut ve kendini sıyır, bu kadar basittir. Bu yüzden mutluluk peşinde koşuyorsak, uzmanlık, deneyim ve liyakat gereği bilimsel davranırken, Zenginlik peşinde koşuyorsak, bencillik ve torpile dayalı bir ekosistemde kaderci davranmaktayız.

Çalışkan olmak mı – Fırsatçı olmak mı?

Mutlu olmak için, çalışkanlık şarttır. Önce kendinizi tanımalı, sonra ne yapmak istediğinize karar vermeli, tutkunuzu gerçekleştirecek motivasyonu da kendi kendinize oluşturmalısınız. Başarısızlıklarınızı halka halka biriktirerek deneyimlerinizden oluşan, güçlü ve dirençli bir zincir oluşturmalı her defasında yeniden başlayacak enerji ve azmi elde etmelisiniz. Görüldüğü üzere yazması bile çok zorken bunları yaşamak tahmin edilemeyecek kadar zordur. E bu zorluğu şu kısacık hayatta yaşamak zorunda mıyım? Bunun daha kolay bir yolu yok mu?

Elbette var, Mutluluğu aramak ve bunun için çalışkan olmak bana zor geliyor diyenler bir araya gelerek ortak bir karar almışlar gibi. Çalışkanlık kavramının yerine fırsatçılığı koyma kararı. Bu kararla bir sürü zorlu ve meşakkatli süreçten kurtuluvermişler bir anda. Yani mutluluk peşinde koşmak yerine zenginlik peşinde koşmaya karar verirsem, Çalışkan olmama da gerek kalmıyor. Zira çalışkanlık, tutku, azim ve feraset gerektirir. Tutku ve Azim için ise amaç gerekir, amaç için ise ne istediğini bilmek gerekir. Ancak Zenginlik için böyle bir süreç yoktur, fırsatçı olmanız yeterlidir, ortam, zaman ve dengeler neyi gerektiriyorsa o şekilde pozisyon aldığınızda biraz da feraset sahibiyseniz fırsatları görmek ve değerlendirmek çok kolaylaşır. Bu nedenledir ki mucitler çalışkan ve genellikle fakir olmalarına karşın, tüccarlar ise genellikle fırsatçı ve zengin olagelmişlerdir. Ancak hangisi bu hayattan tatmin olmuş ve mutlu ayrılmışlardır konusunu sizin takdirinize bırakıyorum. Hal böyleyken fırsatçılar, çalışkanları hiçbir zaman anlayamazlar, tutkularına bir anlam veremezler. Çünkü onların hiçbir konu hakkında böyle bir duygusu olmamıştır. Çalışkanlar hep kendi yağında kavrulmayı seçerken, fırsatçılar hep başkalarının tavalarını meşgul ederler. Bu nedenledir ki çalışkanlık kavramı çoğunlukla fırsatçılık anlamına gelmeye başlamıştır.

Peki, çalışkanlık yerine fırsatçılığı koyarsak bu durumun organizasyonlar üzerindeki etkisi nedir?

Öncelikle organizasyonlarda Mutluluk ve Zenginlik ne anlama geliyor isterseniz buna kısaca değineyim. Ben organizasyonlarda mutluluğun, üretime ve dolayısıyla var oldukları ortamlara değer katmaya eşit olduğunu düşünürüm. Öte yandan zenginlik ise bana göre, (ortama göre faaliyet alanı ve konusu değişebilen) sattığı ürüne herhangi bir değer katmadan yürütülen ticarettir diyebilirim. Ayrıca organizasyonların mutlu olabilmesi için özellikle uzun vadeli planlama şart iken, zengin olabilmesi için fırsatları kollaması ve kısa vadeli planlarla işini yürütmesi yeterlidir.

Sözün özü, fırsatçı bir organizasyon yapısı, hiçbir zaman uzun vadeli değildir, bu yüzden ekonomik hayatımıza baktığımızda köklü ve yaşlı organizasyonlar yok denecek kadar azdır. Bu tür organizasyonlar, hiçbir zaman rekabetçi olamazlar, çünkü ellerinde güçlü, özgün ve inovatif ürünler yoktur varsa bile kendi ürün / hizmetleri değildir bunlar. Bu tür organizasyonlar hiçbir katma değer üretemezler, çünkü fırsatlarla uğraşmak, yenilikçiliği, inovasyonu ve üretimi köreltir, bu sayede faaliyet gösterdikleri alanlarda liderlik edecek duruma hiçbir zaman gelemezler, dolayısıyla bu tür faaliyetlerin toplumlara faydası yok denecek kadar azdır. Kısacası bu tür ekonomik yapılar, kırılgan ve sanaldır. Tıpkı, okyanusu derme çatma bir sal ile geçmeye çalışmak gibidir, en ufak dalgalanmada, en hafif rüzgârda alaşağı olursunuz, hedefe ulaşmanız neredeyse imkansızdır.

Bu noktaya kadar olan tespitlerimiz sayesinde, (gerçek) Mutluluğu ararken, (genellikle) Zenginlik peşinde koştuğumuzu, bu yolda kendimizi; kalite ve deneyime önem veren, etrafımızdaki insanların bilimsel yaklaşımları benimsemiş seçkin insanlardan oluştuğunu, liyakat sahibi olduğumuzu ve her zaman çalışkan bireyler olduğumuzu göstermeye çalışırız. Dışarıdan görünüşümüz böyleyken aslında sınıf ve statümüzden ödün vermediğimiz, bencil, kaderci ve torpil yanlısı ve fırsatçı bireylerden oluştuğumuzu kendimizden bile gizleriz. Öte yandan başka bir gerçekte şu; hangi yolu ve kavramı tercih ederlerse etsinler bu insanlar daha girişimci ruhlular ve daha çok liderlik becerilerine sahipler.

Mutluluk mu – Para mı?

Nihayet asıl hedefimiz olan kavramdan bahsetmeye sıra geldi. “Mutluluk” kavramı. Yazımın girişinde de değindiğim gibi Mutluluğun tanımını yapmak oldukça zor, kimilerine göre mutluluk hormonsal birtakım aktivitelerin sonucunda elde edilen bir duygu iken, kimilerine göre de tamamen ruhani bir duygu. Ben bu tanımları incelemeye soyunmayacağım, benim için mutluluk bir sonuçtan ziyade bir araç. Yani hedefim mutluluğa ulaşmak değil, hedefime ulaşırken sarf ettiğim çabaların, bana yaşattığı hislerin bütününü “mutluluk” olarak tanımlıyorum diyebilirim. Yani yolculuğun kendisi bana bu hissi yaşatan şey. Eğer bu düşünceme katılıyorsanız, şuna da katılacaksınız; mutluluk, “tam olarak yürümek istediğimiz yoldur” diyebiliriz. Yani, olmak istediğiniz yer, durmak istediğiniz konum ve göstermek istediğiniz tepkiyi gerçekleştirip gerçekleştirememekle ilgili bir durum. Ama bunları bilebilmek için gerçekten nerede olmak istiyorsunuz, gerçekten nerede durmak istiyorsunuz ve gerçekten hangi durumda ne tür tepkiler vermek istiyorsunuz sorularına net cevaplarınızın olması gerekiyor. Yani kendimizi bilmemiz gerekiyor öncelikle. Kendimizi bilmek öyle kolay bir durum değil ne yazık ki. Zor, aldatıcı ve bir o kadar da zahmetli bir süreç. Öğrenciliğimizin tam bu noktasında, bu zor sürece girmek yerine bir kestirme yolmuş gibi gözüken başka bir yol gözümüze çarpıyor. “Mış” gibi yapmak. Nedir bu “mış gibi” yapmak açıklayayım.

Mutluymuş gibi davranabilir miyim? Sanırım yapabilirim, ama bunun için bana “mutluluk” yerine geçecek başka bir şey lazım, daha elle tutulur, daha gözle görülür ve daha popüler bir şey. Beni olduğumdan daha mutlu gösterecek hatta mutluluk kavramını unutturacak kadar şaşalı bir şey. Mutlu gözüküyormuş gibi davranabilmem için gerekli somut argümanlara (lüks bir ev, lüks bir araba, lüks bir saat gibi) beni ulaştıracak bir şey. Her zaman ve her yerde geçerli olabilecek bir araç mesela. Sanırım bulduk!

Evet, bu söylediğim her şeyi sağlayabilecek bir tek şey var günümüz modern toplumlarında, o da: PARA. Yani “(Maddi) Zenginlik” dediğimiz şey.

Yani, eğer bir şekilde zenginliği elde edebilirsem, mutluymuş gibi davranabilirim. Zenginlik sayesinde bedelini ödeyip, olmak istediğim yerdeymiş gibi davranabilirim. Bedelini ödeyerek sınıfımı ve statümü belirleyebilirim ve istediğim tepkiyi gösterebilirim. Bütün bunları yapabilirsem herkes beni mutlu zannedebilir veya mutlu olup olmadığımla kimse ilgilenmez.

Bu kabullenmelerle kendi kendimizi ikna ettiğimiz anda. Mutluluğu (ve dolayısıyla bir sürü zahmetli süreci) bir kenara bırakır, daha çok para peşinde koşmaya başlarız. İşte tam da bu noktada, bütün benliğimizde, kişiliğimizde ve hayatımızda mutluluk bahsi kapanır ve yerine zenginlik bahsi açılır. Artık kavramlarımız değişmiştir. Mutluluk diye bahsettiğimiz şeyin Türkçesi daha fazla zenginlik anlamına gelmektedir artık. Bu değişim çok masum gözükebilir başlangıçta ancak olayın görünmeyen tarafı hiç de sanıldığı gibi masum değildir. Bu başlangıç sayesinde benliğimiz şunun da farkına varır. Kavramların tanımlarını (benim için gizli olanlarla) değiştirebiliyorsam, bunu diğer insanlara anlatabiliyorsam ve en kötüsü de buna inandırabiliyorsam birçok gizli gündemimi kimseye hesap vermeden gerçekleştirebilirim. Bunun daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum. Birazcık tarih bilgimiz var ise, Batı medeniyetinin işgal ve sömürü düzenini az çok biliyoruz demektir. Sonuçları bu kadar yıkıcı hareketlerin nasıl başladığını hatırlamaya çalışalım lütfen.

Bu zavallı halka medeniyet götürüyoruz.

Artık demokrasiyi dünya halklarına yayacağız.

Modern ve medeni bir toplum olarak yaşamak onların da hakkı.

Vs. vs. vs.

Bu söylemlerle başlayan hareketlerin sonucunu hepimiz biliyoruz değil mi; iç savaşlar, katliamlar, sömürüler.

Bu çerçevede gerçekleşen kavram değişikliği, bireylerde bulanık kafa sendromuna yol açarken, organizasyonlarda (şirketler, dernekler ve/veya hükümetlerde) ciddi toplumsal kırılmalara ve değişikliklere neden olduğu aşikardır. Yani şunu demek istiyorum, kavramlarınızı değiştirdiğiniz anda, bir topluluğa demokrasi götürdüğünüzü düşünürken aslında onları köleleştirmeye başladığınızı göremezsiniz. Veya birçok sosyal sorumluluk projesine fon sağlayan devasa şirketlerin, aslında sosyal sorumlulukla zerre kadar ilgilenmediğini, bu projeleri vergi kaçırmak için bir kılıf olarak kullandıklarını anlayamaz ve/veya göremeyiz.

Sonuç

Mutlaka fark ettiğiniz üzere, buraya kadar iki farklı yoldan ziyade, birbirinin yerine geçmiş iki farklı süreçten bahsettim, açıklamaya çalıştım. Bu iki farklı yolun ilki Mutluluğu hedeflerken, diğer zengin olmayı hedefledi. Elbette ki burada bir problem yok, herkes özgür iradesiyle dilediği yolu ve yöntemi seçebilir. Bunda hiçbir problem yok. Problem mutluluğu aradığımızı zannederken, aslında zenginlik peşinde koşuyor olmamız veya çalışkan olduğumuzu zannederken aslında tıpkı bir timsah kadar fırsatçı olduğumuz gerçeğidir. Bunun insan hayatı üzerindeki etkisidir.

Bunun üstesinden gelmek için, daha doğrusu bulanık kafa sendromumuzu gidermek için birkaç naçizane önerim olacak bu kısımda,

I-                   Bütün önyargı, taassup ve baskılardan kurtularak kendi yolunuzu bulun, gerçekte ne istiyorsunuz buna karşılık nasıl davranıyorsunuz?

II-                 Farkına vardığınız ve gerçekten istediğiniz anda kendiniz ile yüzleşin. Sizin için “gerçek” nedir, bulmaya çalışın.

III-               Kendi gerçeğinizin peşinden gidebilmek için planlarınız olmalı, planlama becerilerinizi geliştirin.

IV-               Planlarınızı harekete geçirmek için azimli ve tutkulu olun.

V-                 Hatalarınız karşısında karamsarlığa kapılmayın ve pişmanlık duymayın. Bunun yerine hatalarınızı analiz etmeyi ve yorumlamayı öğrenin, ders alın.

VI-               Ve en önemlisi, yolunuzun kesiştiği hiç kimseyi unutmayın, iletişimi kesmeyin.


Sağlık ve esenlikle kalın.

Harun ÇETİN

Çerez Politikamız

Bu internet sitesi en iyi performansı gösterebilmek için çerezlerden faydalanmaktadır. Sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş olursunuz. Detaylı bilgi için Çerez Politikasına bakınız. Çerez Politikası

Kabul Et